Söyleşi

Menekşe Tokyay ile Yunanistan, Seyahat ve Politika

Yunanistan sohbetlerimize Avrupa Birliği politikası üzerine doktorasını tamamlamak üzere olan çok dilli bir akademik, iyi bir analiz yazarı, başarılı bir gazeteci ve çok disiplinli bir çevirmen  olan Menekşe Tokyay ile devam ediyoruz. O, aynı zamanda on yıllardır Ayvalık ile bağı da olan ve aile kökenleri Yunanistan’a dayanan bir İzmirli…

Bugüne kadar yaptığı tüm başarılı işleri bir yana, Menekşe’nin adını son haftalarda, sanatın harika çocukları ve gençleri üzerine hazırladığı yazı dizisi ile daha fazla duyar olduk. Birbiri ardına keşfettiği bu hikayeleri, anlatılmak üzere herhangi bir gazeteye teslim etse, ulaştığı yeni çocuklara haksızlık olacağını düşündü ve her birini bizlerle paylaşmak için bir blog kurdu. Blogda tabii siyasi analiz yazıları da var ama “harika çocuklar” ve “harika gençler” gibi özel konulardaki yazı dizileri öne çıkıyor. Bu söyleşi serileri, ilerleyen zamanlarda da medyada geniş yer bulamayan gruplar üzerinden devam edecek. Bu da onu yakın markaja almanız için önemli bir sebep daha… ☺️ Lafı daha fazla uzatmadan sizi Menekşe’nin gözünden Yunanistan’a taşımak istiyorum. Sonrasında da hepinizi onun blogundaki hikayeleri keşfe davet ediyorum. Şimdiden keyifli okumalar 😊

Öncelikle inanılmaz iş yoğunluğun ve pandemi kaynaklı bin bir sıkıntının arasında söyleşi yapmayı kabul ettiğin ve sorularıma vakit ayırdığın için teşekkür etmek istiyorum. Aslında eminim aramızda birçok kişinin aşina olduğu bir isimsin çünkü bugüne kadar birçok güzel habere imzanı attın. Ama yine de bize kısaca kendinden bahseder misin? Kimdir Menekşe Tokyay? Neler yapar?

Bana blogunda yer verdiğin için çok teşekkür ederim. Benim de kendi blogumu açmamda ilham perilerimden biri sen oldun ve teknik anlamda çok fazla yol gösterdin. Kendimi tanıtmayı çok sevmem ama kısaca İzmir’de doğduktan sonra üniversite eğitimim (Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü) için İstanbul’a, ardından da Jean Monnet burslusu olarak Belçika’ya (Katolik Louvain Üniversitesi, Kalkınma Etütleri bölümü) gittikten sonra ülkeye dönüp bir süre Avrupa Birliği danışmanlığı yapıp, sivil toplum kuruluşlarında da çalışıp, kendimi kalbimin attığı yerde, medya sektöründe buldum. On bir yıldır çeşitli ulusal ve uluslararası basın kuruluşlarında muhabirlik ve analistlik yapmaktayım. Ayrıca Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü’nde de yılan hikayesine dönen bir doktora çalışmam var, bir yıl içerisinde çocuk hakları odaklı tezimi tamamlamayı planlıyorum. Yirmi yıldır da Fransızca ve İngilizceden Türkçeye roman ve metin çevirileri yapıyorum. Kitapçı raflarında yaklaşık 15 çeviri romanım var. Bu iki mesleğime de aşığım, kalbim tam da orada atıyor.

0a8cfb07-53e6-4f44-b9c5-58df15ea92b7Tüm söyleşilere önce klasik, turistik sorularla başlıyoruz. Pandemi öncesi hayatımızda, fırsat buldukça Yunanistan’ı ziyaret ediyor olduğunu biliyorum. Şimdiye kadar nereleri gördün?

Bizi çok kısıtlı bir mekana mahkum eden, fiziksel, ruhsal ve bilişsel olarak gerçek anlamda kısıtlayan pandemi öncesinde her yaz mutlaka İtalya ve Yunanistan’a gitmezsem o senemin uğurlu geçmeyeceğine inanırdım. Bu iki ülke benim kendimi yenilememde, huzur bulmamda, tüm senenin yorgunluğunu ve biriken üzüntülerini sağaltmamda çok büyük bir katkı sunuyordu. Pandemi tedbirleri uygulamaya konmadan birkaç ay önce, Christmas için Atina’daydım (2019 Aralık). Ondan önceki yaz tatilinde, yazları geçirdiğim Ayvalık’ın tam karşısında yer alan Midilli adasına, Ayvalık’tan birkaç saat uzaklıktaki Sakız adasına, daha önceki senelerde de gönlümün bir parçasını bıraktığım Mikonos ve Santorini adalarına ve bende çok özel bir yeri olan Rodos ve Simi adalarına gitmiştim. Daha önce iki kez gittiğim Rodos’taki Kelebekler Vadisi ve A. Quinn plajının capcanlı renkleri ve huzuru halen gözümün önünde. Ayrıca Girit’e de 2000’li yılların başında Fest Travel ile gitmiştik ve unutulmaz anılar biriktirmiştim.

Bu tatillerin birçoğunu da o zamanlar ufacık olan kızımla yapmıştım. Atina’da şu ana kadar iki kez bulundum, en sonuncu kez gittiğimde de orada gazetecilik yapan Yunan bir dostumun evinde Noel partisine davetliydik. Dolayısıyla şehrin yerel yüzünü de görmeyi çok seviyorum.

Tam bu noktada senin kökenlerini de işin içine katabiliriz sanırım. Yunanistan’a geldiğin zaman ne hissediyorsun? Ailenin bir kısmının zamanından buralardan Anadolu kıyılarına göçmüş olduğunu bilmek nasıl bir his? 

Yunanistan’a geldiğimde farklı bir his bürüyor içimi aslında. Sanki Türkiye’den çıkmamışım, yurtdışına gitmemişim, sonsuz bir rüyadaymışım, bir türlü ülkenin dışına çıkamıyormuşum gibi. Fiziki ve psikolojik bir devamlılık hissi sanırım bu. Anne tarafımın önemli bir kısmı Yunanistan’ın Kozani bölgesinden göç ettikleri ve dedem 7 yaşına kadar Yunanistan’da büyüdüğü için ailede hep bir tarihi miras olarak bu süreçler konuşulurdu ve halen de konuşuluyor. Teyzem uzun yıllardır Yunanca kursuna gidiyor, annem de birkaç ay önce biraz benim zorlamamla başladıysa da her dersten sonra “çok zor ama başaracağım” diyerek kurslara devam ediyor.

Kozani, Yunanistan’da şu anda görmek istediğim tek yer. Dedemin evini, yaşadığı arazileri bulmanın imkansız olduğunun bilincindeyim, çünkü o yaşantılarından –söz konusu kuşağın hep yaptığı gibi- çok az bahsedermiş ve ancak annem sorduğunda ufak detaylar verirmiş. Biz daha sonra tüm o detayları bir araya getirerek anlamlı bir bütün oluşturmaya çalıştık. Ama Kozani’nin fotoğraflarına baktığımda, sanki dedemin, onun ailesinin ruhu o pastoral tablonun içinden beni kucaklıyormuş gibi geliyor. Tarihsel devamlılık, toplumsal iç içe geçmişlik, hepsi kişisel hikayeler ve yaşanmışlıklar üzerinden daha da ölümsüzleşiyor.

Felsefi açıdan bakarsam, Kozani özelinde mekan aslında içi boş coğrafi bir çerçeve olmaktan çıkıyor benim için. Tüm duygu ve düşünceleri, sosyal ağları, tarihsel geçmişi, Osmanlı’nın ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte insanların geçişkenliğini, insan hareketliliğini kapsayan bir ilişkiler, yaşantılar, tarihsel bağlantılar ağı gibi kurguluyorum burayı zihnimde. Yani ben Yunanistan’daki mekanlara tekil olmak yerine bütünlükçü bakmak gerektiğini ve o mekanlarla kurduğumuz ilişkileri de birçok dinamiğin bileşkesi olarak algılamanın önemli olduğunu düşünenlerdenim. Mekan, hem toplumsal hem de politik bir kavram özünde…

İnsan yüzleri de çok tanıdık geliyor Yunanistan’da. İzmir’de gördüğüm göçmen yüzlerinin sıcaklığı, samimiliği, insancıllığı, sahiciliği beni hep sanki sınırların kalktığı, kardeş iki toplum arasında yürüyormuşçasına bir hisse sürüklüyor. Beni tek zorlayan ise, Yunanca tabelaları anlamak, ama onları da bir şekilde çözmeye başladım.

f819455b-3500-4654-b935-a8445e05c18aSenin gibi çok dilli birinin bu konuda zorlanacağını hiç düşünemem zaten ☺️ Peki Yunanistan’a ilk ziyaretin ne zaman ve nereye olmuştu? O seyahatinden beri ülkede nasıl bir değişme/değişmeme hali gözlemliyorsun? Burada bize bir gazeteci gözüyle yanıt verirsen çok seviniriz.

Yunanistan’a ilk seyahatim 2000’lerin başında Sakız adasına olmuştu. İzmirli olduğumuz için Çeşme’den çok kısa bir deniz yolculuğuyla varmak mümkündü. Babam mimar olduğu ve tarihle çok ilgilendiği için bizim tur rehberliğimizi de kendisi yapmıştı. O zamanlar hepimiz çok daha genç olduğumuzdan günde 10 saat yürüdüğümüzü ve adanın altını üstüne getirdiğimizi anımsıyorum.

Sakız’a daha sonra sayısız kez geldim, ama son gelişimde biraz hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. İlk gittiğimde Yunan kültürünün, tarihi ve toplumsal dokunun baskın geldiği bir mekansallık söz konusuyken, giderek Çeşme’nin biraz da “görgüsüz” diyeceğim turist kitlesinin akınına uğraması, Yunan garsonların sular seller gibi Türkçe konuşması beni Yunanistan’a değil de Çeşme’nin yeni bir koyundaki bir restorana gelmişçesine bir algı yanılgısına sürüklemişti ve bundan hoşlanmadım. Bu da aslında mekânın ilişkisel bir şey oluşunu, Antonio Gramsci’nin birçok anlatısına konu olan o “toplumsal mekansallığın” kurgulanma biçimini, ekonomik ve coğrafi gerçeklikler üzerinden bir kez daha gösterdi bana.

Ülkelerin kendilerine has sosyal özelliklerini, sırf ekonomik çıkarlar ve turizm beklentileri uğruna zedelememeleri gerektiğini düşünenlerdenim. Yoksa orta ve uzun vadede ayırt edici özelliklerin yitirilmesi, turizm açısından çok daha onulmaz yaralar getirip o bölgeyi “sıradanlaştırabilir”.

Öte yandan, Yunanistan’da birçok kez ziyaret ettiğim bölgelere farklı zaman aralıklarında geldiğimde bazı mekânsal özelliklerin baki kalması da hoşuma gidiyor. Örneğin Midilli’ye her gittiğimizde uğradığımız sahil kasabasının pastoralliği veya uçsuz bucaksız zeytin bahçelerinin tüm adayı kucaklaması, “elinle koymuş gibi yıllar sonra bulmak” şeklinde ifade edilen o meşhur kentsel bellek denen şeyin önemini anımsatıyor.

Bu gittikçe benzeşme meselesi bazıları için eleştiri sebebi olurken bazılarının da tatil için bu adaları tercih etme sebebi… Ama ben de sana hem genel yorumunda hem de Sakız örneğinde katılıyorum. Peki İzmir’de –ya da çok uzun yıllarınızı geçirdiğiniz için Ayvalık’ta– ve Yunanistan’da, sosyal kültüre dair, fark ettiğin ve sana çok çarpıcı gelen bir benzerlik oldu mu? Bir anı da olabilir bu… Eğer varsa, duymayı çok isteriz.

Her iki kültürden insanın “ötekine” olan merak ve ilgisi birbirine çok benziyor. “Onda benden olan ne var” merakı gibi, veya “kaybolanı aramak” gibi… Ayrıca kamusal alanı kullanma biçimlerimiz (dışarıda yeme içme, bağırarak konuşma, yabancı dil öğrenme konusunda direnç, açık havada yaşama alışkanlıklarımız, bana bir şey olmaz cesareti, veya tevekkül vb) birbirine benziyor. Ancak bunun nedeni, ortak bir kaynaktan beslenmemiz değil de, benzer göç hareketlerine tarih boyunca maruz kalmak gibi geliyor. Bir de tabi zeytinyağlı menülerimiz, mezelerimiz oldukça benzer; her ne kadar Yunanistan, özellikle de Girit mutfağı bence çok daha sofistike ve birçok meydan okumanın olduğu detaylara sahip olsa da…

bf3aa371-f8fa-46a4-917a-56923bd85dafSadece Girit mutfağı değil. Yunanistan’ın her bölgesinden çok çok farklı şeyler çıkıyor; çünkü gerçekten biri diğerine benzemiyor. Resmen tüm coğrafyanın kesişme noktası burası ve etraftaki her ülkeden alınmış birçok özellik, hiç göze batmadan harmanlanmış. Peki senin Yunanistan’a seyahat ettiğinde yapmaktan en keyif aldığın şey ne oluyor? Yunanistan’da klasik bir günün nasıl geçiyor?

En keyif aldığım şey, o bölgeyi bir yerli gibi yaşamak oluyor. Göz önünde olmayan bir restoranda veya kafede saatlerce oturmak, yerel mağazalardan örtü veya kızıma yerel oyuncaklar veya yerel giysiler almak benim en keyif aldığım şey. Her gittiğim yerden mutlaka ufak objeler alırım ki o seyahatim hep gözümün önünde fiziki olarak da dursun. Bu bazen bir biblo, bazen bir tablo, bazen de bir dantel örtü olur. Yunanistan’ın ev şaraplarını denemek de günümün standart bir parçasını oluşturur. Özellikle her adaya mahsus üzüm çeşidini önceden araştırıp ona uygun ev şaraplarını tercih ederim. Şehir merkezine yakınsam lokal müzeleri gezmeyi severim. Toplu taşıma kullanmayı tercih etmem, şehri tanımak için en iyi yolun yürümek olduğunu düşünenlerdenim. Akşamları mutlaka bir yerel tavernaya gider ve mutlaka gün aşırı bir musakka yerim. Çünkü Yunan musakkasının yerini bence hiçbir yerel yemek tutmuyor. Öğlenleri de mutlaka fırın ahtapot ve Mini veya Barbayanni marka uzo içerek o klişe turist programını da mutlaka günümün bir noktasına entegre etmiş olurum.

Yerli gibi olmak gerçekten de bir yerin kültürünü iliklerimizi kadar hissedebilmenin en kolay ve masrafsız yolu sanırım… Peki biraz da Türkiye ve Yunanistan’ın ortak kültüründen bahsedelim istiyorum. Yemekler, müzik, aile, iletişim şekli… vb. kültürel ve sosyal anlamda birçok ortaklık ve tabii kaçınılmaz olarak, farklılık da bulmak mümkün. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Ortaklıklarımız mı farklılıklarımız da ön plana çıkıyor?

Tüm klişelerin ötesinde, tamamen farklı iki toplumuz bence. Yemeği benzer pişirsek de, farklı yiyoruz. Aynı müzikleri sevsek de farklı biçimde söylüyoruz. Dillerimiz birbirinden “ödünç alınmış kelimelere” sahip olsa da tamamen farklı yapıda. İnanç sistemlerimiz farklı. Yunanlar çabuk sinirlenen, karşıdakine her şeyi söyleyen, tartışma kültürü olan ama mutlaka sınır ve ölçüyü koruyan bir toplum. Bizim ise biraz fevri ve tartışmada ölçüyü kaçırabilen bir yapımız var ☺️  Birimiz mitolojiye, felsefeye “genetik” olarak yatkınken, ilgiliyken, diğer toplum bunları entelektüel külfet olarak görüyor. Ama yine de suyun öte yanına olan hasretimiz ortak.

392aeee3-33d6-49cd-bc23-0ae6dd696b6dBu soruya şimdiye kadar aldığım en ilginç ve objektif cevap oldu sanırım bu… Cevabının üzerine kitap yazılır, o derece… ☺️  Biraz daha politik alanı konuşmak gerekirse… Habercilik tecrübene ve Avrupa Birliği Politikası üzerine yapıyor olduğun doktorana güvenerek sormak istiyorum: Yakın gelecekte, Türk-Yunan İlişkilerinin nasıl seyredeceğini düşünüyorsun? Koşullar tabii ki bambaşka ama yine de geçmişteki herhangi bir döneme benzetmemiz gerekirse, sence yapısal olarak, en çok hangi dönemdeki ilişkilere benziyor?

Coğrafi konum ve tarihsel süreçlere bakıldığında Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili ilişkilerde geçmişte olduğu gibi, şimdi ve gelecekte de çatışma hiç eksik olmayacak. Ancak yine bu coğrafi yakınlık, bizi birbirimizle dayanışmaya, zaman zaman stratejik ve durum bazında yakınlaşmaya, zaman zaman ise öfkemizi kontrol ederek sıcak çatışmayı önlemeye zorluyor ve zorlamaya da devam edecek. Ama günümüz koşullarında ve bölgeyi kuşatan krizler bağlamında ikili ilişkilerde Atatürk-Venizelos dönemine bir dönüş olacağını düşünmüyorum. Ama bu süreci iyi yönetmek için elimizde iki güçlü araç var: diplomasi ve medya. Eğer bu iki aracı düzgün kullanırsak, sürekli bölgede birer “sıcak patates” tutmak zorunda kalmayız.

Patateslerin ısınmadığı günler diliyorum ben de gerçekten ☺️ Peki sen aynı zamanda çok başarılı bir çevirmensin. Yunan edebiyatından okumayı sevdiğin kimler var? Bir de tabii son yıllarda Türkçe’ye kazandırılan birçok Yunanca eser var. Bunlardan takip ettiğin ve özellikle beğendiğin eserler oldu mu?

Ben çocukken gerçek anlamda bir kitap kurduydum. Tüm günü üst üste dizdiğim onlarca kitabın arasında geçirip hiç sıkılmadığımı anımsarım. İlkokulda okumayı söker sökmez sanırım 8 veya 9 yaşında okuduğum ilk kalın roman da Homeros’un İlyada ve Odise’siydi. Bu da Yunan edebiyatına aslında görece “sert” ama samimi bir giriş sayılabilir. Antik Yunan edebiyatına dair bu iki başyapıttaki mitolojik olaylara hayran kaldığımı ve o küçük yaşıma rağmen çok iyi özümsediğimi, babama hep o konularda ek sorular sorduğumu anımsıyorum.

Yunan filozofu Platon’un kaleme aldığı Devlet de üniversitede bize ders olarak okutulduğu için adalet, doğruluk, ahlak temelli bir devlet modelinin ne olması gerektiğine dair bu ideal çerçeveyi söz konusu kitaptan okumuştum. Tabi Midilli demişken orada yaşamış olan Yunan şair Sappho’nun ve Kavafis’in şiirlerini de bir şiirsever olarak oldukça fazla okudum. “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir.” Ne güzel demişti Kavafis…

Ne yazık ki son dönemde güncel Yunan edebiyatını takip etme fırsatım olmadı. O konuda senden yönlendirme bekliyorum 😊

Seve seve ☺️  Şimdi, son zamanlardaki yeni projenle de alakası olduğu için biraz da müzik konuşalım. Hayatında müziğin çok önemli bir yeri olduğunu biliyorum. Yunan müziği hakkında nasıl şeyler hissediyorsun? Klasik müzik bestecileri ya da rembetiko veya modern dönem sanatçıları olabilir. Çok çok etkilendiğin bir eser, şarkı, dönem var mı?

Evet müzik benim son dönemde tek sığınağım. Türkiye müziğine muhtemelen en yakın müzik de Yunan müziği olup, kendisi çalma listelerimde hep vazgeçilmezlerimden. Annem ve babam da çok iyi bir müzik arşivine sahip oldukları için küçüklükten itibaren Mikis Theodorakis eserleriyle, Nana Mouskouri’nin o lirik sesiyle büyüdüm. Ardından bunların üzerine bir dönem gençliğin de etkisiyle Despina Vandi, Anna Vissi, Glikeria gibi daha “popüler” şarkıcıları dinlemeye başladım. Şimdiyse ibremi yeniden Haris Alexiou’ya ve yerel Yunan müzik gruplarına çevirdim.

181166398_477107653531474_3826512464518380663_nRebetikonun kökenleri İzmirli Rumlara, yani benim doğup büyüdüğüm memleketimin bir parçasına dayanıyor. O yüzden kendi kişisel tarihimin de bir parçası olarak görüyorum bu müziği. Beni en çok etkileyen rebetiko sanırım Sto Pa Kai Xanaleo. Bu şarkıyı geç de olsa ilk keşfim Sezen Aksu’nun 2002 yılında gerçekleştirdiği Türkiye Şarkıları konser dizisi çerçevesinde keşfetmiştim. Türkiye topraklarının ortak kültürünü anımsatmayı hedefleyen bu proje, Anadolu’dan yükselen bütün sesleri, bütün şarkıları bir araya getirip bizim gerçekliğimizi bize yeniden gösteriyordu. Çünkü aslında şarkı söylerken, dinlerken hepimiz aynı dili konuşuyoruz, anlıyoruz.

Bu Girit türküsünün sözlerini ilk dinleyişte anlamasam da gözyaşlarıma hakim olmamıştım. “Söylemiştim sana gitme gönlünün sahiline. Seni alırsa fırtına dayanamam vurguna. seni alırsa fırtına dayanamam yokluğuna” diyormuş şarkıda, daha sonra araştırınca fark ettim. “Gönlünün sahili”, bu zamana kadar duyduğum en güzel tanımlamalardan biri sanırım. Rebetiko’nun türediği “düşüncelere sevk eden” anlamına gelen rembastiko kelimesi tam da bu şarkıda beni çok derin düşüncelere sevk etmişti.

Öte yandan, Kafe Aman’ları da çok severim. Zira orada da İzmirli Rumların Anadolu kültürünü Yunanistan’a taşıması sonucunda oluşan bir müzik geleneği var. Cafe Aman İstanbul grubunun “Apo To Vradi os To Proi” eseri de vazgeçilmezlerimden. Şarkıda mutluluk, boşvermişlik, keder ile neşenin iç içe geçmişliği içimi her defasında büyük bir huzur ve sükunetle doldurur. Şems-i Tebrizi ne güzel demişti; “Musikinin ritminde bir sır saklı ve ben eğer onu ifşa etseydim dünya altüst olurdu.” İşte Yunan müziğinde o saklı ritmi hepimiz iliklerimize kadar hissediyoruz, ne de olsa iki yakanın ortak ezgileri bunlar, ama ifşa edersek bu güzel rüya son bulacak diye bir sır gibi saklıyoruz.

Her şey bir yana, Yunan müziği dendiğinde ilk aklıma gelenlerden biri de, Theodoros Angelopoulos’un film müziklerini icra eden müthiş Yunan besteci Eleni Karaindrou ve Sonsuzluk ve Bir Gün Müziği. Bir filmin müziğiyle bu kadar özdeşleştiği, tek vücut olduğu örnek bence çok az.

Öte yandan, çok yakın arkadaşım Doç.Dr. Mehtap Demir’in yıllar önce İsrailli Yasmin Levy ile Yunan Yiota Negka ile geliştirdiği “Benim Tatlı Kanaryam” konserler dizisi de Yunan müziği dendiğinde hemen anımsadığı bir projedir. Bir müzikal belgesel ile de taçlanan bu projede, İzmir’de doğan, biraz İstanbul’da yaşayan ve mübadele sırasında Yunanistan’a göç etmiş bir ailenin kızı olan Roza Eskenazi’nin hayatı anlatılmıştı ve Ege kıyılarının müziklerini söyleyen Eskenazi’nin ayak izleri takip edilmişti. Efsanevi Yunanlı rebetika bestecisi Panayiotis Toundas ile tanıştıktan sonra Eskenazi, büyük ün kazanmış ve Yunanistan’ın en ünlü ve sevilen rebetika sanatçılarından biri olmuş. Onun sesinden “Sarı Kanaryam”ı dinlemek eşsiz bir deneyim.

Sonsuzluk ve Bir Gün dedin, beni kalbimin tam ortasından vurdun… Peki o halde klasik bir soruyla kapatalım sohbetimizi… Mümkün olduğunda, bir sonraki seyahatin Yunanistan’da nereye olacak?

Yeniden Rodos’ gitmek istiyorum; çünkü kelimelerle ifade edemediğim bir şekilde Rodos beni sürekli çağırıyor. Orada farklı bir ada huzuru, pastorallik, tarih, dinamizm ve eğlence buldum.

Son olarak, aşağıdaki sorulara kısa cevaplarını alabilirsek çok seviniriz.

Yunanistan’daki favori şehrim… ATİNA

Yunanistan’daki favori adam… RODOS

Yunan mutfağındaki favori yemeğim… MUSAKKA

Yunanistan’daki favori içkim/içeceğim… MINI OUZO

Yunanistan dendiğinde aklıma gelen ilk kişi… GAZETECİ ARKADAŞIM HARIS

Bence Yunan kültüründeki en etkileyici şey… MİTOLOJİ VE FELSEFE

Bu içten sohbete vakit ayırdığı için Menekşe’ye çok çok teşekkür ediyorum ve ilgilenenlerin incelemeleri için Menekşe’nin sosyal medya hesaplarını aşağıya bırakıyorum. Herkese şimdiden keyifli okumalar 😊 

Twitter @meneksetokyay

Websitesi @meneksetokyay

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.